Kasım ayından gerçekleşen Amerikan seçimlerinde “cumhuriyetçilerin” adayı olan Trump bir dönem arayla ikinci kez Amerika başkanı seçildi. Dünya emperyalist-kapitalist sisteminin ana karargahı olan Amerika’da yaşanan başkanlık değişikliği tüm dünya siyasetinde de belki de Amerika’nın kendi iç siyasetinden daha fazla etki yaratmış oldu. Böyle bir etkinin gerçekleşmesinin bir nedeni ABD’de yaşanan her krizin, her yaprak kıpırdamasının dahi dünya ölçeğinde bulunan sömürgelerini bağlaması, siyasi ve askeri gücünün ona bağımlı olan ülkeleri de etkiliyor olmasıdır. Fakat bir diğer neden ise ilk başkanlık döneminde aldığı kararlarla, adeta bir meczup gibi görünen Trump’ın seçilmiş olmasıdır. Esasında Trump’da görünen meczupluk değil emperyalist-kapitalist burjuva asalaklığının faşist karakter yansımasıdır. Kadın hakları ve göçmen karşıtlığı ile defalarca bunu kanıtlamıştır. Amerikan halkı Trump’ın seçim zaferi kesinleştikten sonra “cumhuriyetçi” eyaletlerden “demokrat” eyaletlere taşınmaya, tur şirketleri Trump’sız 4 yıl vaadi ile gemi seferleri düzenlemeye başlamıştır. Elbette parası olan bir avuç burjuvazi için amerikanın yeni başkanından kaçış kolay olabilir, ancak dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının amerikan emperyalizmine karşı mücadele etmekten başka bir şansı yoktur.
Trump daha beyaz saraya geçmeden önce onu bekleyen dünya siyaseti hızlı bir konum almaya başladı. Bu konum alışlardan ilki Ukrayna-Rusya savaşı pozisyonlarında oldu. Trump’un seçim vaadlerinden biri bu savaşın sonunu getirecek bir barış anlaşmasını gerçekleştirmekti. Önceki dönemden de hatırlanacağı üzerine Trump hükümetinin siyasi ekseni Rusya ile bir savaş değil, Çin’i engelleyen bir dış siyaset ve Rus-Çin ittifakını zayıflatmaya yönelik hamlelerdi. Ancak Bıden hükümeti döneminde Rusya’yı Ukrayna’ya müdahale etmek zorunda bırakan kararlar NATO müdahalesiyle ile peş peşe geldi. Geçen zaman diliminde Ukrayna-NATO cephesi Rusya’yı ne ekonomik, ne askeri, ne de siyasi olarak geriletemedi. Rusya dünyadaki pozisyonu korumaya ve topraklarını savunmayı sürdürüyor.
Ukrayna’ya milyarlarca dolar askeri yardım gönderen NATO müttefikleri şimdi eldeki başarısızlığın Trump’la beraber bitmesi endişesi ile askeri destekleri arttırmaya ve savaşın düzeyini daha önce kullanılmamış kıtalar arası balistik füzelerle tırmandırmayı amaçlıyor. Putin’in ise yeni nükleer doktrinle karşılık verdiği bu tahrik saldırıları Rusya’yı nükleer silah kullanmaya, savaşı geri dönülemez bir noktaya çekmeye zorluyor. Ajanslara yansıyan Bıden bombanın pimini çekti, Trump’a bıraktı başlığı bu yaşananlara tam uyuyor olsa da pek de gerçeği yansıtmıyor. Her ne kadar Trump’ın Rusya-Ukrayna arasında barışı hedefleyen demeçleri olsa da Trump’ın barış elçisi olmadığıda bir gerçektir. Esasında Bıden ekibinin başını çektiği Ukrayna’ya yeni askeri manevraler sunan bu kararlar Trump’ın bir ateşkes antlaşmasında elini güçlendirme niteliği taşıyor. Keza NATO tarafı bu ateşkes olana kadar Rusya’dan maksimum seviyede Ukrayna toprağını da geri almayı hedefliyor. Putin her ne kadar nükleer doktrinini değiştirmiş olsa da, o da ateşkes için nükleer silah yerine caydırıcılığı olan başka balistik füzeler kullanarak Trump gelene kadar mevzilerini korumaya çalışıyor. Eğer iş nükleer savaş düzeyine sıçrarsa Trump’a gideceği bir beyaz saray, başkanlık yapacağı bir Amerika kalmayabilir, bu da şimdiki Amerikan siyasetinin yol açacağı başka bir sonuç olabilir.
Trump’ın seçilmesinin bir başka etkili olduğu savaş coğrafyası ise Orta Doğu. Bir önceki döneminde Amerika askerlerini Suriye’den çekme kararı, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması ve İbrahim antlaşmalarının imzalaması ile tartışılan Trump’ın, yeniden iktidara geliyor olması ezilen halklarda kaygı, işgalci ve sömürgeci güçlerde ise güven yarattı.
Amerikan siyasetindeki baskın siyonizm etkisi ile İsrail’in yıllardır sürdürdüğü Filistin’e yönelik saldırılar Amerika başkanından bağımsız her dönem artmaya devam etti. Her başkan siyonizmle arasındaki dostluğun ne kadar iyi olduğunu göstermek adına Filistin’lilerin daha çok katledilmesinin önünü açtı. Bugün Trump’ın açıklamaya başladığı kabinesindeki isimlere bakacak olursak da Filistin halkı başta olmak üzere direniş cephesini zor günler bekliyor. Amerikan’ın kayıtsız-şartsız desteği ile saldırılarını hiçbir insani ve savaş kurallarını tanımadan gerçekleştiren Netenyahu hükümeti Trump’la da beraber saldırılarını daha büyük gerçekleştirmeye devam edecek, Filistin’in topyekun ilhakı hedeflenecektir. Siyonizme açık sunulan desteğin Orta Doğu’daki asıl hedefi kuşkusuz İran’dır. Bıden döneminde İsrail eliyle İran hedeflerine yönelik gerçekleştirilen saldırılar ile Orta Doğu’daki savaşı da Ukrayna gibi büyütmeyi hedefleyen emperyalistler, bu saldırılarına devam edecektir. Eğer 3.emperyalist dünya paylaşım savaşı konjonktürü gerçek bir savaşa dönüşecekse bu savaşın en önemli cephesi mutlak İran askeri hedefleri olacaktır. İran’da bu saldırılar karşısında hazırlıklarını asimetrik savaşa göre savaş tünelleri inşa ederek yapmaya başlamıştır.
Trump’ın Orta Doğu siyasetinin bir diğer yüzü ise Suriye için verdiği kararlar oldu.
Hatırlayalım, Trump’ın önceki dönem iktidara gelmesinden bir yıl sonra Efrin işgali gerçekleşti. Amerikan askerlerini Suriye’den çekmesi ile birlikte bir yıl sonra ise Erdoğan hükümeti Rojava’nın Serekaniye ve Gri Sipi kentlerine işgal saldırıları başlattı. Şimdi ise Trump’ın seçildiği günün akşamı tüm AKP-MHP faşizmine bağlı medya kuruluşları “Kuzey Doğu Suriye’ye yeni operasyon mu” başlığı ile gündemi kilitledi. Faşist Erdoğan ve kabinesi ise Trump seçilir seçilmez daha yüksek sesle düzenli olarak Rojava’yı hedef gösterdi. Kasım seçimlerinden bugüne kadar da bu başlık sürekli ısıtılarak konuşulmaya, Trump beyaz saraya geçene kadar faşist iktidar tarafından Rojava kürtlerine karşı saldırı için toplumda bir algı örgütlenmeye çalışılıyor. En son Astana görüşmeleri sırasında Rusya’dan işgale yeşil ışık alamayan Erdoğan iktidarı, Trump’un koltuğa geçmesini yeni işgal saldırıları için dört gözle bekliyor. Evdeki hesap çarşıya uyar mı bunu elbette zamanla göreceğiz, ancak şu bir gerçek ki Orta Doğu siyaseti ezberlerle yürüyen bir politikayı kabul etmez. Rusya’nın Orta Doğu’daki güç dengelerindeki rolü ve bağlayıcılığı,İsrail’in Gazze işgali sonrası Erdoğan’ın Hamas hamiliğine soyunması, ABD’nin Erdoğan’a Rojava için aynı saldırı vizesi ile yaklaşmakta aceleci olmayacağı ilk bakıştaki gerçekler olarak karşımızda duruyor. Keza Rojava devrim güçleri de olası her türlü işgal saldırılarına cevap verecek hem yer üstü hem yer altı hazırlıklar içerisinde kaderini ne Trump’ın ne de Putin’in iki dudağının arasına bırakmak istemiyor. Trump’ın yeniden seçilmesi her ne kadar Erdoğan’ın avuçlarının içini kaşıtsada, bu işin sonunda Erdoğan’a avucunu yalamak da düşebilir.
Devrimci siyaset açısından ise Amerika seçimleri elbette önemlidir. Ancak bu önemi tek başına Trump’ın seçilmesi ile alakalı değildir. Amerika devlet sistemi olarak Trump’lı ya da Trump’sız bir emperyalist-kapitalist vahşi sömürü düzeninin ana karargahıdır. Bu sistemin politik hedeflerini analiz etmek, dünya siyasetindeki değişimleri görmek devrimci okumanın bir zorunluluğudur. Ancak devrimci siyaset açısından Trump ya da Bıden bir belirleyen değildir. Devrimci siyaset her zaman bu ana karargaha karşı savaşım içinde olmuştur. Küba’dan Kolombiya’ya, 6.filodan Kürdistan dağlarına ve Rojava’ya kadar enternasyonel devrimciliğin gereklerini yerine getirmiştir. Bugün de emperyalizmin Türkiye temsilcisi AKP-MHP faşizmine karşı hem ülke içinde hem de Rojava topraklarında bu direnişi sürdürmek günün devrimci okumasının, devrimci görevidir.