Marksist Teori dergisi 61. sayısının dosya konusunu “Erkeklikle toplumsal yüzleşme” olarak belirlemiş. Ama görüyoruz ki bir yüzleşmeden çok erkekliğin sırtını sıvazlama söz konusu. Daha açık söylersek, sırtı sıvazlanan bizzat patriyarka. Yeliz İsyan’ın yazdığı “Tasfiyecilikle mücadelede erkek egemen örgütsellikle yüzleşme” başlıklı yazıda örgütlerdeki erkek egemenliği ile yüzleşmeden çok, feminizmin karma örgütlerdeki kadınlara da kazandırdıklarını yok sayarak; kadın mücadelesini kendi tarihleri ve örgütsel işleyişleri ile sınırlandırarak; kadınlara ve feministlere parmak sallayan bir üstencilik söz konusu. Yazar, yazının bütününde patriyarkanın geliştirdiği üstenciliği, başta feministler olmak üzere tüm kadın kurtuluş hareketine yöneltmenin, erkek egemenliğini yeniden üretmenin bir başka yönü olduğunu fark etmemiş görünüyor. Feminist hareketin kadınların kurtuluş mücadelesine kazandırdığı en önemli kavramlardan biri kadın dayanışmasıdır. Biz de parçası olduğumuz feminist çizgiyle, devrimci hareketlerin tasfiye edilmeye çalışılmasıyla feminizmin etkisi arasında kurulan, en hafif tabirle apolitik ve hiçbir somut tahlile dayanmayan bu yazıya, feminizmin içinden yanıt olalım dedik. İhtilalci sosyalist bir mücadelede örgütlü feministler olarak, sosyalist hareket içinde feminizmin/sosyalist feminizmin çarpıtılması/anlaşılamaması nedeniyle feminizmin/ sosyalist feminizmin ne olduğundan bahsedelim istedik.
Feminist mücadele ve Türkiye devrimci hareketi
Bugün feminist hareketin mevcut durumunu tartışırken, geçmişle bağını kesmek en başta diyalektik düşünmeyi yadsımaktır. Türkiye devrimci hareketinin gelişiminde özellikle 2. dalga feminizmin etkilerini göz ardı etmek aslında tarihe göz kapamaktır. TDH’ye yönelik tasfiyeci saldırının emek sermaye çelişkisi bağlamında, kapitalizm ve sınıf mücadelesinin durumu üzerinden okunması gerektiğini her Marksist-Leninist bilir. Egemenlerin sermaye birikim süreçlerinde yaşadıkları kriz ve bunun devlet aygıtı içindeki yansımalarına karşı sınıf mücadelesi cephesinden verilemeyen onlarca yanıt ortada duruyor. Sınıf mücdelesini merkeze koymak bir yana her türlü kimlik siyaseti ve ekoloji vb mücadelelerle kendini konumlandırmaya çalışan sosyalist örgütler mecburen bu tasfiye saldırısının sorumlularını dış güçlerde aramaya başlıyorlar. Hiçbir maddi zemine yaslanmayan feminizme içkin suçlamalar tam da bu nedenle gündeme getiriliyor. Sistematik bir tartışmanın sonucu olarak ikili sistem kuramına dayanan sosyalist feminist analizi ve (aslında bir bütün olarak maddeci feminizmi) Marksizme tehdit addetmek ve tasfiyecilikle suçlamak aslında sınıf mücadelesi ve proletarya içinde örgütlenmek ve proletaryanın devrimci özne olarak rolüyle diğer toplumsal hareketleri sosyalizm mücadelesinde aynı kefeye koymak anlamına gelir ki bu da zaten Marksist-Leninist bir bakış açısı olamaz.
Ama biz yine de görev addederek feminizmi ve onun içinde sosyalist feminizmi tarif etmeye çalışalım. 20. yy başlarında seçme ve seçilme hakkı mücadelesi için direnen ve pek çok eylem ile haklı mücadeleyi kazanan kadınlar, siyasi katılımın eşitlik için yeterli olmadığını bilince çıkardıkları 2. dalga feminizmden bu yana patriyarka/patriyarkal kapitalizm ile mücadele ediyorlar.
Özel olan politiktir ile ev/aile içindeki erkek egemenliğini sorgulayan kadınlar evdeki ezilmişlikleri ile işçi sınıfına katıldıkları koşullar arasında bağ kurduklarında, ikinci dalga feminist hareketinin kazanımları ortaya çıktı. Eş değer işe eşit ücret talebi bugün hala 1 Mayıs alanlarında feministlerin sınıf mücadelesinin neden doğrudan bir parçası olduğunun göstergesidir.
Feminist hareketin Türkiye devrimci hareketini tasfiye dalgasına götürmesi şöyle dursun, bugün pek çok devrimci örgütteki kadınların kazanımınin sebebi feminizimdir. Feminist hareket sadece Türkiye’de değil dünyada da özgül talepleri ile pek çok devrimci hareketi, gerek ideolojik-politik hattı gerekse devrimci kazanımlardaki payı ile etkiler. Çünkü feminizm doğası gereği tıpkı Marksizm gibi maddeci ve praksistir.
Ev içi emek mücadelesinden, plazalardan merdiven altı atölyelere kadar kadınların karşı karşıya kaldığı her sömürüde feministlerin mücadelesini, sözünü görürüz. Tam da bu yüzdendir ki sınıf mücadelesinde kadınlar, erkekler tarafından sürekli dışlanır, sınıf mücadelesinin dışına itilmeye çalışılır. Tarihte sanayi devrimi ile birlikte yaşanan makineleşmeyi erkek işçi sınıfının tehdit olarak görmesine benzer bir şekilde kadınların ücretli işlerde çalışmaları da tehdit olarak görüldü. Ücretli alandaki kadınlar sendikalardan erkek işçilerin talepleriyle dışlanırken, kadın işçileri ücretli alandan söküp atacak olan “aile ücreti” sistemi erkek işçiler tarafından kabul gördü. Bu yüzden feminist hareket sınıfı bölmeye çalışanın kendisi değil patriyarka olduğunu, sınıf mücadelesindeki ısrarı ile de teşhir eder. Bütün paylaşımcı ve sömürgeci savaşlarda feministlerin ezilenlerden taraf olduğunu ve kadınların bu savaşlara karşı kendi kurtuluş mücadelelerini de örgütlemesi gerektiğini söyler feminist mücadele.
Feminizm yansıtıldığının aksine “devrimcidir”. Ona bu karakteri veren sistemin temel kurucu ayağı olan patriyarkayı hedef almasıdır. Feminizm, sınıf sömürüsünün, özel mülkiyetin ve mülksüzleştirmenin temel alındığı kapitalizm analizinin yanı sıra erkeğin kadın üzerindeki egemenliğini kendi içinde bir sistem olarak ele alan patriyarkanın varlığını anlatır. Maddeci feminizm içinde farklı analizler barıdırsa da esas olarak kendi iç dinamikleri olan bir sistem olarak patriyarkaya karşı mücadele esas alınır. Özelde sosyalist feministlerin durduğu yer ise patriyarkanın maddi temelini erkeğin kadının ev içindeki emeğine karşılıksız el koymasından aldığıdır. Ev içinde yaşanan sömürü düzeyinin niteliğini yalnızca yeniden üretim bağlamında değerlendirenler için, erkeğin rolünü kapitalizmin üstyapısal/kültürel bir yansıması olarak görmek yeterli bir analizdir. Fakat ev içinde kadınların her gün hiçbir karşılık almadan yaptığı ve erkeğin hiçbir emek harcamadan yaşamını sürdürebildiği düşünüldüğünde, kadınların evde yaptıkları işlerin sermayenin kârlılığının artmasını sağlasa da, erkekle kadın arasındaki sistemli bir sömürü ilişkisinin dolaylı sonuçlarından biri olabilir ancak. Erkeklerin kadınların ev içi emeğinden sağladığı fayda hem kapitalizm öncesine yaslanır hem de her koşulda sürer. Kadınların ev dışında çalıştığı koşullarda bile ev içi işlerinden sorumlu olmaları sermayenin kârlılığının artmasıyla açıklanamaz. Keza maddi zeminini patriyarkal sömürüden alan erkek egemenliği, erkek şiddetini ve kadının bedeni üzerindeki sömürüyü de üretir. Bu basit tabirle evdeki erkek kendisine hayır diyen bir kadına şiddet uyguladığında herhangi bir patrona kâr olarak dönecek bir şey olmadığını görünce anlaşılabilir.
Sosyalist feminizm yine patriyarka temelinde ücretli alanda kadın işçilerin erkek işçilerden farklı olarak yaşadığı sorunların temelinin ev içindeki kadınların iş yükünde olduğunu söyler. Burada yine kapitalizmle patriyarka arasında bir iş birliği söz konusudur. Emek sermaye çelişkisi temelinde sermaye karşısında kadın işçi ile erkek işçinin eşit sömürüyle karşı karşıya olmadığı açık. Kadın işçinin emeği erkeğe göre daha ucuz, daha güvencesiz. Ücretli emek alanında kadınların ve erkeklerin istihdam dağılımına bakılırsa kadınların ev içi işlere paralel işlerde, cinsiyetçi işbölümün devam ettiği işlerde çalıştırıldığı görülür. Aynı şekilde parça başı, evden, yarı zamanlı çalışmada en yoğun istihdam kadın emeğine ayrılmıştır. Devrimciliği tasfiye etmekle suçlanan feminizm, işte tam da sermayenin devrimci hareketleri işçi mücadelesinden kopartarak tasfiye etmeye çalıştığı bu düzlemde, odağına kadın emeğinin kapitalizm-patriyarka ittifakıyla nasıl sömürüldüğünü alır. Sosyalist feministlerin vardığı sonuç sermayenin kadın emeği üzerindeki bu özgül sömürüsünü patriyarkanın varlığından ürettiğidir.
Feminizm sosyalist örgütler ilişkisi
Yani neo-liberalizmin tasfiye saldırılarını Marksist-Leninist bütünlükten kopartarak somut tahlile dayanan maddeci bir kuramı hedef alırsanız akıllarda başka sorular canlanır. 1. İçeride “kadın sorunu” bağlamında eleştirilerle ayrılan kadınlara karşı bir cevap üretmek adına mı feminizm karalanıyor ya da kalan kadınlara tartışma sınırları mı çiziliyor? 2. Devrimci harekette artan feminizm tartışmalarının yapınıza da ulaşmasını mı engellemek istiyorsunuz? Dolayısıyla biz feministler olarak, yalnızca dışınızdaki kadınlara ve feministlere değil içenizdeki kadınlara da büyük bir üstencilikle parmak sallanmış olma ihtimalini düşünmeden edemiyoruz. Hem feminist hareketin meşruluğuyla yarattığı kitlesel mücadele zemini üzerinden faşizmi yıkmayı tarif edip hem de faşizme karşı mücadele de feminizmi erkek egemenliğinden daha tehlikeli bulmayı anlamlandırmak da mümkün olmuyor.
Ayrıca TDH açısından bir turnusol olarak kabul gören Kürt meselesi, feminist hareketin Türkiye’yede yaşam buldumaya başladığı yıllardan bu güne sömürgecilik bağlamında ele alınmıştır. Kürt kadın hareketiyle kurulan dayanışma ilişkisi sömürgecilik ve patriyarka bileşkesinde Kürt kadınların yaşadığı özgül sorunlara karşı mücadelesiyle ilişki üzerine kurulmuştur. Barış için Kadın Girişimi, Kadın Özgürlük Meclisi, Sebahat Tuncel’in bağımsız adaylık sürecinde yapılan çalışmalar, seçim için feministler grubu ve en son Gültan Kışanak için feministler gibi KÖH’ün kadın adaylarına ilişkin dayanışma örgütlenmeleri her daim feminist hareketin merkezinde olduğu çalışmalardı. Ya da bizim gibi içinde yer alınan sosyalist örgütler aracılığıyla KÖH ile DEM-HDK gibi zeminlerde yan yana gelen sosyalist hareketteki feministlerin siyasal mücadele perspektiflerine bakılabilir. Ki son süreçte tecavüzcü, kadın düşmanı IŞİD çetelerinin ve devamında sömürgeci işgalcilerin hedefi olan, Rojava’da savaşan ve ölümsüzleşen Türkiye sosyalist hareketinden feministler, lubunyalar bu konuda en can yakıcı örnekler oldular. Biz Türkiyeli feministler KÖH ve KKH ile ilişkilenmede bütün ideolojik farklılıklarımızla nasıl bir ilişki kuracağımızın bilincindeyiz. Çünkü ideolojik farkımızın bizi farklı iki safın parçası haline getirmediğini biliyoruz. Fakat yayınlarında feminizmi “devlet ideolojisi” addedip feministlerle yol yürümenin nasıl açıklanacağını bilmiyoruz. Bizim mücadele anlayışımızda devlet çizgisindekiler düşmandır ve düşmanla yol yürünmez. Ve biliyoruz ki Sevda Çağdaş yanında hem feminist hem sosyalist kimliğiyle savaşan Eylem Ataş’la beraber ölümsüzleşmiştir. Fakat söz konusu yazıyı yazan ve yayımlayan arkadaşlar maalesef beraber savaştıkları feministlere devletle paralel diyebilme hakkını kendinde buluyor.
İstanbul Sözleşmesi’ni AKP iktidarı kadınlara jest olsun diye imzalamadı. Sözleşmenin imzalanmasında Türkiye’de 80lerde dayağa karşı dayanışma eylemleri ile başlayan erkek şiddetinin gündeme getirilmesi (hatırlatmakta fayda var işçi-patron farketmeksizin her sınıftan erkeğin dayağına karşı), feminist hareketin siyaset sahnesine çıkması ile oldu. Feminizmin kazanımı olan bu Sözleşmeden imza çekildiğinde de orada olanlar bilir ki 1 Temmuz eyleminde barikata ilk yüklenenler hep feministler olmuştu. Daha önceki feminist gece yürüşlerinde olduğu gibi. Tabii ki her yüklenen kadın feminist değildi. Söz konusu yazının yazarının örgütünden kadınlar da barikata yüklenenler arasındaydı. Ama buradaki sorun İstanbul Sözleşmesi’nin kazanılmasının önünü açan mücadelenin sahibi 80’lerden bu yana erkek şiddetiyle mücadeleyi gündeme sokan feminist hareket değilmiş gibi tartışılıyor olması.
Ki karşı durulan feminist hareket, 8 Mart’ta feminist gece yürüyüşü yapmak istediğinde, -bu kadar anti-feministken- hem gidip hem oradaki teamülleri “yasakçılıkla” suçlamak anlaşılır değil. 10-15 yıl öncesine kadar, kadın mücadelesi için eylemlerin kadınlı erkekli yapılmasına feministler karşı çıkarken, yazarın bağlı bulunduğu gelenek erkeklerin de katılacağı 8 Martları savunuyordu. Bugünkü haliyle on binlerce kadınla Taksimin kuşatıldığı feminist bir 8 Mart mücadelesi, şimdi de örgüt imzaları tartışmasının zemini yapılmaya çalışılıyor. Halbuki bizim ve bağımsız feministlerin de içinde olduğu birçok örgütlenme 8 Martlarda örgüt imzalı bayrak ve pankartlarıyla katıldıkları mitingleri/kadın buluşmalarını örgütlüyor. Feministler o bileşime feminist gece yürüyüşü komitesi adına bir yasakla gitmiş midir?
Gelelim örgütler içindeki kazanımlarımıza. Yazının başında da belirttiğimiz gibi feminizmin yükselen etkisi karşısında devrimci hareketler niteliksel değişimler yaşadı. Dedik ya tarihi kendinizden başlatmayın. Örneğin yazarın parçası olduğu grubun eşit temsiliyet tartışmalarından çok çok önce (en az 20 yıl) kadınlar “kadın kotası” hakkını kazandılar. Kadınların karar mekanizmalarında bulunmasının önüne geçen her türlü erkek egemen gerekçelendirmeyi aşmak adına bugünkü hali “en az yüzde 50 kadın kotası” olan kazanımın temelini attılar. Altını çizmek gerekirse, bu kazanımın temelinde erkeklerle eşitlenmek değil, patriyarkadan kaynaklı olarak kadınların siyasal mücadelede karşılaştığı engelleri kadınlar lehine aşmayı hedefleyen bir politik bakış söz konusuydu hep. Keza erkek şiddeti/kadınlara karşı işlenen suçlar 30 yıl önce parti disiplininin konusu haline getirildi. Bu da yazıda bahsedilen o “devrimci atılımlardan” çok çok önceye dayanır. Ki diğer taraftan bizim gibi feministlerin de yer aldığı sosyalist örgütler içindeki bu kazanımların dışında, yine çok önemli bir yerde duran eş başkanlık-eşit temsiliyet kazanımı ise Kürt kadın kareketinin Kürt özgürlük mücadelesi içinde yarattıkları kazanımlardır. Bütün bu tarih içinde yalnızca komünist bir yapı olmanın kadınlarla erkekleri komünist parti zemininde doğrudan eşit yapmadığını kendi örgütünden bilen kadınlar olarak, bu konuda da en eşit zemin biziz kavrayışını gerçekçi bulmamız mümkün değil. Hatta tarihten bahsetmişken, örgütlerde devamlılık esastır diyerek, herkesin ortak tarihini bir resmi tarihe dönüştürmemek gerekir. 2005 yılındaki önemli çıkış diye anılan sürecin, yıllarca kadın erkek el ele diyerek 8 Mart kadın mitinglerinde, arkadan kadınlı erkekli yürüyen kortejlerin (şimdiki adıyla Halk Cephesi, Partizan, Odak, DSİP vd.), arkadan yürümek yerine örgütlenmesine erkeklerin de katıldığı ayrı 8 Mart kutlaması yapma kararı nedeniyle, hem önde kadınlarla ayrı kortej kurup hem arkada ESP olarak yürüyen geleneğinizin, iki arada bir derede kalıp ayrı miting yapmak zorunda kaldığı süreç olduğunu da hatırlamak gerekiyor.
Yeliz İsyan imzalı yazı örgütlerdeki erkek egemenliğini, tam da yazıda bahsedilen makbul kadınlığı üretmenin devrimci hali üzerinden görmeyip, feminist hareketin sosyalist mücadeleye katkılarını bir çırpıda harcayarak, sistemin makbul kadın tarifini yaparken, kadınların devrimci örgütlerde maruz kaldıkları erkek şiddetine karşı kimi mücadele ve tepki biçimlerini de “makbul olmayanlar” hanesine kaydediyor. Devrimciliğin tasfiyesinin kültürel sonuçları arasına kadınların özgürce âşık olmalarını ve aşklarını yaşamalarını koyuyor. Feministlerin evlilik kurumuna eleştirileri malum, nikâh dairesi basma eylemleri bunun somut eylemli örneğidir. Kadınların boşanmasının önündeki engellerin kaldırılması için de mücadele eder kuşkusuz feminist hareket. Ama konu heteroseksüel ilişkilerde kadınların yaşadıklarına gelince, bu ilişkilerin neresinin devrimciliği tasfiye ettiği merak konusu. Kaldı ki feministler mücadele ederken bir makbul kadınlık tanımına sıkışmayı reddeder ve evlilik kurumuyla ilişkisini açıklarken makbul kadınlara özgür kadınlık dersi vermez. Birlikte kurtuluşun yollarıyla ortak mücadele dayanışma ilişkisi kurar feminizm.
Erkek şiddeti, ifşa ve sonuç
2017’de Amerika ve Avrupa’da, 2021’de ise Türkiye’de sosyal medya’da örgütlenen “Me Too” hareketi, yazarın tartıştığı “ifşacılığın” çıkış noktası oldu. Erkeklerin kadınlara uyguladığı fiziksel, psikolojik, ekonomik, cinsel şiddete karşı feminist bir yöntem olan ifşayı kadınlar seslerini duyurmak, dayanışma kanalları yaratmak için kullandılar. İfşanın temelde iki amacı vardır. 1. Şiddete uğrayan kadının şiddetten kurtulmak üzere “gizli tutulan”, “ilişkilere özgül yorumlanan” bu erkeklik şuçlarını kamuya taşıyarak dayanışma beklemesi. 2. Diğer kadınların failden haberdar olarak olası şiddetten korunmasını sağlamak. İfşa neden politiktir diye soracak olursak; çoğu kez ev içinde, özel alanda yaşanan bu durumun tüm kadınları ilgilendirdiği ve bir kadına karşı işlenmiş suçun tüm kadınlara karşı işlenmiş olarak kabul edilmesi gerektiğinden yola çıkılmasıdır. Bu aynı zamanda devrimci örgütlerin içindeki erkekler tarafından işlenen suçlar için de geçerli. Şiddete uğrayan kadın doğru süreç yürütülmediğinde örgütü ifşa hakkına sahiptir. Çünkü ifşa yöntemi, örgüt içinde saklı kalması beklenen erkek şiddetinin aslında kamusal, yani bütün kadınlara karşı işlenmiş suç olduğundan hareket eder. Başta tecavüz olmak üzere her türlü erkek şiddeti örgütten ihraç dâhil yaptırımla karşılaşmalı örgüt içindeki kadınlara duyurulmalı ihraç gerektiren suçlarda fail aldığı cezayla birlikte ifşa edilmelidir. Kuşkusuz ifşada şiddete uğrayan kadının onayladığı çerçeve ile sınırlı kalmaya özen gösterilmelidir. Ama yazar, anlıyoruz ki, başta devrimci bulduğu bu ifşa yöntemini kendileri de ifşa edilmeye başlanınca yozlaşma olarak görmeye başlıyor. Oysa toplumsal olarak ceza-yaptırım talep ettiğimiz failler devrimci örgütlerden çıkınca değiştirme-dönüştürme konusu haline getirilemez. Failleri aklamak, suçun üstünü kapatmak ve fail “devrimci işler” yapıyor diye erkek suçlarından azade görmek iktidar hedefi olan bir devrimci örgüt için büyük bir hayal kırıklığıdır.
Yine de elbette ki birbirimizden öğrenerek kendi yapılarımızda inşa ettiğimiz kazanımlarda da “maalesef” örgüt içinde erkeklerle ve hatta erkek ağırlıklı karar organlarıyla kavga etmek durumunda kalıyoruz. Bu nedenle her ne kadar tarihi kendinizle başlatmayın desek de kendi örgütünde mücadele eden kadınlara saygımız sonsuz, desteğimiz daim demek istiyoruz.